31 Ocak 2012 Salı

TARİHTEN BAŞKA DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK

Konservatuarın ikinci yılındaydım. Çocuklara, özel müzik dersleri veriyordum. Cefi'nin annesi Malka, bana bir arkadaşının kızına da ders verip veremiyeceğimi sordu.  


Nişantaşı'nda tarihi bir apartmanın çatı katındaydım. Nükhet Hanım  ve kızı Alev kocaman bir gülümsemeyle karşıladılar beni. Koridorları dahi kitaplık olan  bu evin arka odasında, küçücük bir orgla derse başladık. 


Nükhet Hanım, dersin bitimine doğru, küçük bir gümüş tepsi içinde, kristal bir kadehte vişne suyu, ayıklanıp doğranmış, üzeri pudra şekerli ve kürdanlı çilekler getirmişti. Şaşkınlık içerisindeydim. Ben bir öğrenciydim ve harçlığımı çıkartmak için derse gitmekteydim. Böyle bir ikram kim, ben kimdim?


İşte bu tanışma gününün taçlandırıldığı ana geliyorum şimdi... Kitaplıkta; siyah, beyaz büyük bir fotoğraf.. Fotoğrafta 4-5 yaşlarında bir kız çocuğu biriyle kucaklaşıyor sıkı sıkı... 


Alev'e dönüp soruyorum. Bu fotoğraftakiler kim? Annem ve dedem ABDİ İPEKÇİ  diyor. Nefesim sıkışıyor. Ben neredeyim, kimin evindeyim? Sakin ve tane tane konuşan, güler yüzlüyle şık ikramı  az önce yapan bayan, NÜKHET İPEKÇİ mi?


Şaşkınlık içindeydim. Babamın üniversitede gazetecilik okuması, bir kitapevimizin olması sebebiyle Abdi İpekçi adının,  büyüdüğüm evdeki anlamı çok farklıydı. Belki de o dönemde büyüyen tüm çocukların aileleri için de anlamı farklıydı...7 yaşımdaydım suikaste uğradı gün. Evimizdeki yas hala hatırımda.


2 yıla yakın, Sevgili Nükhet ve Alev'le geçirdiğim ders saatleri benim için hep çok özel....


Bugün  Abdi İpekçi'nin ölüm yıldönümü, dün Muammer Aksoy'un... 


Ben hala, "bu neden böyle" sorusuna cevap arıyorum..Ayıptır, günahtır diyeceğim çok şeylerin var olması bundardır...Burnumun direğinin, her an sızlaması bundandır...Boğazımdaki  yumru bundandır...Öfkem, marurluğum, düşünceli halim, bundandır...Ben de anneyim ya artık, endişem bundandır...








30 Ocak 2012 Pazartesi

FARK


Seninle benim aramda, saat farkı var.
Sende güneş doğarken, bende batıyor.
Sen geceyken, ben gündüz.
Sen karsan, ben yağmur.
ikimiz de toprağa düşüyoruz,
Ama, farklı bulutlardan.




26 Ocak 2012 Perşembe

DİŞİ AĞRIYAN BÜLBÜL


Bu parçayı, ilk olarak Paris filminde dinlemiştim. Kanser hastası olduğunu öğrenen genç bir balet'in, nefis Paris görüntüleri eşliğinde, hayatından bir kesit.

Erick Satie'i ile tanışmam  işte böyle oldu. Müzikte mizahın babasıdır Satie. Eserlerine koyduğu isimler "Armut Biçiminde Parça" veya, müziğine koyduğu anlatım biçimleri "Dişi Ağrıyan Bülbül gibi" mizahi yönü konusunda, fikir verebilir size.
Bugün yine  Onu dinlerken, kadınlar geldi nedense aklıma... Yeryüzünün türlü çeşit yerlerinde yaşayan, bin bir kadın...
Dişi ağrıyan bülbüle benzeyen kadınlar. Diyetisyenler ve modacıların televizyonlarda bahsettiği armut vücutlu kadınlar..... ( Kadınlara armut biçimi, elma biçimi deyip, onlara iyi bir şey mi diyorlar, yoksa hakaret mi ediyorlar anlamak mümkün değil? Gerçi meyve, yeryüzünün insana sunduğu en iyi şeylerden biri ama.....)

Kadının dünya, erkeğin ay olduğu düşünülürse kesin bu yakıştırmaları, hemcinslerini kıskanan kadınlar üretmişlerdir.....

25 Ocak 2012 Çarşamba

SİNEMANIN DOSTOYEVSKI'Sİ




Sinemaya adanmış bir hayat, bir film çalışması sırasında son buldu. Theo Angelopoulos.


 Theo Angelopoulos, dün akşam saatlerinde Pire-Drapetsona otoyolunda, Öteki Deniz-The Other Sea adlı yeni filminin çekimi sırasında, çarpan bir motosiklet yüzünden yaşama veda etti.  75 yaşındaydı.


Sanatsal sinemanın en önemli çağdaş temsilcilerindendi. Ona sinemanın Dostoyevski'i denilmekteydi.

Yaşadığı topraklar için kolay yutulamayacak bir lokmaydı yönetmen. Çünkü, entelektüel bireyin yaşama dair ızdırapları ve düş kırıklıkları işlemiştir sinemasında.


Çoğunu Eleni Karaindrou'nun müziklediği filmleri arasında şunlar sayılabilir: Kumpanya,36 GünleriAvcılarKitera'ya YolculukArıcı, Puslu Manzaralar Ulis'in Bakışı, Sonsuzluk ve Bir Gün, Ağlayan Çayır,  Zamanın Tozu.


Benim çok sevdiğim bir yönetmen olan Angelopulos'un filmleri ,ya bir baştyapıt ya da kült filmdir. Filmlerinde  sonsuzluk anlatılır. Eleni Karaindru müzikleri ile de bu filmleri başka bir boyuta taşımaktadır.


Şu karelere bakın ve ne demek istediğimi anlayın lütfen....
 









  

24 Ocak 2012 Salı

KARAMSARLAR GÜNÜ


YOK YOK DAHA DA KÖTÜSÜ OLAMAZ DİYEN, KIRIK BİR PLAĞA DÖNÜŞTÜRÜYOR BU ÜLKE BENİ,



SENİ DE.



BU KIYIMLAR, SAVAŞLAR BİTSİN DEDİKÇE, SANKİ DAHA BETERİ OLACAK GİBİ. 



GÜVEN DUYGUMU KAYBEDİYORUM.


 
SEN DE KAYBEDİYORSUN. 



ETRAFIMA BAKIYORUM, HERKESTE BİR SERTLİK,BİR ÖFKE,BİR DAĞILMA.



HAFIZASINI KAYBEDENLER KULÜBÜ OLDUK.



GÜNDEM O KADAR HIZLI Kİ.


AMERİKALILAR, BİRŞEYİ İZLETMEK İÇİN, ONU AVRUPA SİNEMASI GİBİ YA ÇOK YAVAŞ, YA DA HIZLI BİR KURGUYLA ÇEKERLERMİŞ.  



BİZ, ÇOK HIZLI AKAN HAYATIMIZI, SEYRETMEYE DEVAM EDİYORUZ HALA,



YA DA BİRİLERİ BİZİ....

22 Ocak 2012 Pazar

BENCE 90'LAR


Madem herşey bu kadar iyi, neden herkes eskiye özlem duyuyor? Sen duymuyor musun? Sen, ya sen?


Her kimle konuşsam, genci yaşlısı hep eskiden dem vurup, şimdinin kötü olduğunu söylüyor. Tabi   şunda, bunda yenileşme işi kolaylaştırdı. Ama yine de eski de eski.


Biri diyor 80'ler şöyleydi, kimi diyor 90'lar böyleydi.


Bunun en iyi kanıtını, dün akşam Disko Kralında gördük. Sosyal medya yıkıldı. Aynı beğenileri olmayan kişiler bile, "Bence 90'lar" diye başlayan cümlelerini, "Aaaa evet, o da vardı" dediği şekilde bitirdi.


Bir ara ben,  Ah Canım Ahmet şarkısını söylerken, Okan Bayülgen'in de keyifle dans ettiği tv'nin karşısında, tepinmekteydim. Saatler 2 yi gösteriyordu o sıra.


"POZİTİF DÜŞÜNCE DE KAZANIR." Oh oh oh.....


O an içimden geçen düşünce şuydu:


Ayrı ayrı mekanlarda olsa da, herşeyi unutup böyle eğlenebilenler, toptan 90'lara ışınlansa keşke....


21 Ocak 2012 Cumartesi

DURUM


Tavşanın gözüne fener tutarsın 
Öyle bakar,  kilitlenir.
Saatler hep aynı
Gökyüzü hep bulanık
Aynı bu haldeyim...
Hep böyle miydim baştan beri?
Şaşkın ve lav edilmiş..







20 Ocak 2012 Cuma

KUCAKLAŞMANIN KİTABI





Yaşamı hapislerle, sürgünlerle ve darbelerle geçen Uruguay 'lı yazar Eduardo Galeano "Kucaklaşmanın Kitabı" isimli eserinde şöyle der:


"Colombia kıyılarındaki küçük Negua Kasabası'nda, gökyüzüne tırmanabilen bir adam vardı. Yere döndüğünde gezisini betimler, insan yaşamının yukarıdan nasıl göründüğünü anlatırdı. İnsanlığın minik alevlerden oluşmuş bir deniz olduğunu söylerdi. "Dünya, bir insanlar yığını, bir minik alevler denizidir" derdi.


Herkes kendi ışığıyla ışıldar. Hiçbir alev öbürüne benzemez. Büyük alevler vardır, küçük alevler, her renkten alev. Kimi insanların alevi öyle durağandır ki rüzgarda bile dalgalanmaz, kimi insanlarınsa havayı kıvılcıma boğan çılgın alevleri vardır.


Kimi saçma alevler, ne tutuşur, ne de ışık serperler. Kimileri de öyle bir canlılıkla yalazlanır ki onlara bakınca gözlerimiz kamaşır, yaklaşırsak üstümüze ateş vurmuş gibi parlarız."


Sizin aleviniz hangisi?






19 Ocak 2012 Perşembe

KÜÇÜK ŞEYLER

Küçükken, yılbaşı kartpostallarında gördüğüm ve çok sevdiğim resimler vardı.










 20 li yaşlarımda, Zülfü Livaneli nin Yer Demir Gök Bakır filminde, bu resimleri andıran sahneler görünce, çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Bruegel in tabloları. Kuşbakışı açısıyla resmedilmiş insanlar küçücük görünür, adeta karınca gibi.





Yer Demir Gök Bakır filminde,  kardaki insan suluetleri,  ustaca karelenmiştir. Livaneli'nin Sevdalım Hayat kitabını okuduğumda,  filmde Bruegel'in tablolarından esinlendiğini öğrendim ve bu benzetmeyi yıllar önce yaptığım için kendimle gurur duydum.







Kendisiyle tanışma ve birlikte çalışma fırsatı bulduğum Livaneli'nin, günümüzde de sinema yapması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü çekildiği yıl, çalışma şartları, dönemin koşulları ve tekniği gözönüne alınırsa, bir başyapıt niteliğindedir Yer Demir Gök Bakır...


Yıllar önce, kartpostallarda ve filmde gördüğüm küçük insanlar dünyanın aktörleridir.. Tıpkı küçük şeylerin,  hayatımızın bileşkesi olduğu gibi...


Yaptığınız, atladığınız küçük şeylere değer verin.  Onlar büyük olgulara ulaşmanızın en iyi anahtarıdır.

18 Ocak 2012 Çarşamba

SÜRPRİZ OYUNCU





1959 Avanos doğumlu olan Dr.Ercan Kesal, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinden mezun oldu.


Çağdaş Dil Derneği, Nükleer Savaşa Karşı Hekimler Derneği, AIDS’le Savaşım Derneği, Klinik Mikrobiyoloji Derneği, Mülkiyeliler Birliği Vakfı, Şizofreni Dostlar Derneği gibi çok sayıda vakıf ve derneğin kuruluşunda yer aldı. 1990 yılında geldiği İstanbul’da özel sağlık sektörüne girdi,İstanbul’da özel hastane, özel poliklinik ve sağlık merkezleri kurdu.


1995 yılında, Paris’e gitti ve Sorbon’da aldığı eğitimin yanısıra Paris’te bulunduğu sürece şizofrenlerin rehabilitasyonu ve Gündüz Hastanesi’ni de inceleme fırsatı buldu. İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uygulamalı Psikoloji dalında "Şizofreni ve Psikoz Hastalarının Rehabilitasyon ve Readaptasyon Süreçlerinde Türkiye'de ve Dünya'da Gerçekleştirilen Model Örnekleri" tezi ile Yüksek Lisans (Master) Eğitimini bitirdi. Kurusucusu olduğu Era Yayıncılık’ın yanısıra, Dönem, Son Reçete (Genel Yayın Yönetmeni) gibi bazı dergilerin içerisinde de yer aldı.Kısa bir süre “Söyle Beyoğlu” gazetesini yayımladı.Halen “Türkiye İçin Akıl Defteri” dergisinin yayın kurulu üyesidir.


1997 yılında Özel Okmeydanı Hastanesi’ni kuran Dr.Ercan Kesal, halen Hastanenin Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini sürdürmektedir. 


DR.ERCAN  KİM BİLİYOR MUSUNUZ?


Nuri Bilge Ceylan'ın, Üç Maymun filmini izleyenler hatırlayacaktır. Orada bir patron karakteri vardır. Hatice Arslan'ın patronu. Filmi izlerken kim bu oyuncu demiştim, çünkü çok sahici ve başarılı bir oyunculuktu.





Sonra Bir Zamanlar Anadolu'yu izleyenleriniz de hatırlayacaktır. Bir muhtar karakteri vardır. Yine çok sahici ve etkileyici bir oyunculuk. Filmin bir çok mükemmeli var. Ama ben, bu oyunculuğu farklı bir yere koydum. Ayırt edilecek kadar samimi çünkü.






İşte bu karekterlere, can veren kişidir Dr. Ercan Kesal. Eşinin tiyatro oyuncusu Nazan Kesal olması mı veya büyük yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın sıkı dostu oluşu mu, Onu bu işe sürekledi bilmiyorum? Böyle bir cv sahibi kişiliğin oyunculuğu, alışılagelmiş oyunculuklardan farklı bir durum izleme fırsatı yaratmaktadır izleyici için.









Nuri Bilge Sinemasının sürpriz kişisi, Ercan Kesal'dır kuşkusuz. Aynı, şimdi hayatta olmayan, Uzak filminin ödüllü oyuncusu, Mehmet Emin Toprak gibi, beni çok etkiledi. Süpriz oyuncuları bulup, çıkartmak konusunda bir Usta'dır Ceylan.


Uzak, Vavien, Derin, Saç, Albatrosun Yolculuğu ve Küf filmlerinde oyuncu, Üç Maymun ve Bir Zamanlar Anadolu filmlerinde hem oyuncu hem de senarist olarak yeralmaktadır. Umarım daha pekçok filmde daha izleriz Dr.Ercan Kesal'ı.

17 Ocak 2012 Salı

BİLİNÇ

HAYATIMIZIN BİR NOKTASINDA, ARTIK ÇOCUK OYUNU OYNAYAMAYACAĞIMIZI ANLARIZ...



NE ZAMAN ANLAYACAĞIMIZI BİLEMEYİZ SADECE...




BAZILARI  9'UN DA, BAZILARI 18'İN DE, BAZILARI 40'IN DA ÖĞRENİR AMA, HEPİMİZ ÖĞRENİRİZ SONUNDA....


16 Ocak 2012 Pazartesi

YUSUF



Adı Yusuf


Yaşı 9


Vanlı


Matematik problemlerini çok seviyor.


Prefabrik okul istiyordu.


Okulunu geri istiyordu.


Bitlis veya Trabzon'a yerleşmek istiyordu.


Deprem olmazmış oralarda,


Okulda öğrenmiş.


Geçse geçse 2 tane fay geçer Bitlis'ten, diyordu,


Gözünü seveyim Yusuf....


Şimdi nerede acaba?


Ne yapar?


Problem çözer mi şimdi?


Üşür mü?


Unutuldu mu?


Diğer herşey gibi unutulur mu?!!!!!

T24 Video Galeri - 9 yaşındaki Vanlı Yusuf 1,5 ay sonra okulda

15 Ocak 2012 Pazar

DÜNYA GÖZLÜ DEV

Yazdığın satırların büyüklüğü karşısında, Senin için ne söylesem boş.... En iyisi ben susayım, sen konuş USTA. Ne de olsa, doğumgünü olan sensin.... Başka zaman olsa, kendim okumayı tercih ederim seni... Kızma ama sen, kendi şiiirlerini, pek bir fena okuyorsun... İyi ki doğmuşsun USTALARIN USTASI......



Ben Senden Önce Ölmek İsterim

Ben  
senden önce ölmek isterim.  
Gidenin arkasından gelen  
gideni bulacak mı zannediyorsun?  
Ben zannetmiyorum bunu.  
Iyisi mi,beni yaktırırsın,  
odanda ocağın üstüne korsun  
içinde bir kavanozun.  
Kavanoz camdan olsun,  
şeffaf, beyaz camdan olsun  
ki içinde beni gorebilesin  
Fedakarliğimi anlıyorsun  
vazgeçtim toprak olmaktan,  
vazgeçtim çiçek olmaktan  
senin yanında kalabilmek için.  
Ve toz oluyorum  
yaşiyorum yanında senin.  
Sonra, sen de ölünce  
kavanozuma gelirsin.  
Ve orada beraber yaşarız  
külümün içinde külün  
ta ki bir savruk gelin  
yahut vefasız bir torun  
bizi ordan atana kadar...  
Ama biz  
o zamana kadar  
o kadar  
karışacağız  
ki birbirimize,  
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz  
yan yana düşecek.  
Toprağa beraber dalacagız.  
Ve bir gün yabani bir çiçek  
bu toprak parçasndan nemlenip filizlenirse  
sapında muhakkak  
iki çiçek açacak :  
biri sen  
biri de ben.  
Ben  
daha ölümü düşünmüyorum.  
Ben daha bir çocuk doğuracağım  
Hayat taşıyor içimden.  
Kaynıyor kanım.  
Yaşayacağım, ama ,çok, pek çok,  
ama sen de beraber.  
Ama ölüm de korkutmuyor beni.  
Yalnız pek sevimsiz buluyorum  
bizim cenaze şeklini.  
Ben ölünceye kadar da  
Bu düzelir herhalde.  
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?  
Içimden bir şey :  
belki diyor.





Dünyanın En Tuhaf Mahluku


Akrep gibisin kardeşim, 
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. 
Serçe gibisin kardeşim, 
serçenin telaşı içindesin. 
Midye gibisin kardeşim, 
midye gibi kapalı, rahat. 
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. 
Bir değil, 
           beş değil, 
                      yüz milyonlarlasın maalesef. 
Koyun gibisin kardeşim, 
gocuklu celep kaldırınca sopasını 
sürüye katılıverirsin hemen 
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. 
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, 
hani şu derya içre olup 
                            deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. 
Ve bu dünyada, bu zulüm 
                                    senin sayende. 
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer 
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak 
                      kabahat senin, 
                                     - demeğe de dilim varmıyor ama - 
                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!



Bulut mu Olsam

Denizin üstünde ala bulut
yüzünde gümüş gemi
içinde sarı balık
dibinde mavi yosun
kıyıda bir çıplak adam
durmuş düşünür.

Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.









Bugün Pazar

Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım... 










Büyük İnsanlık
Büyük insanlık gemide güverte yolcusu
                                        tirende üçüncü mevki
                                        şosede yayan
                                        büyük insanlık.

Büyük insanlık sekizinde işe gider
                                        yirmisinde evlenir
                                        kırkında ölür
                                        büyük insanlık.

Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
                                        pirinç de öyle
                                        şeker de öyle
                                        kumaş da öyle
                                        kitap da öyle
            büyük insanlıktan başka herkese yeter.

Büyük insanlığın toprağında gölge yok
                                        sokağında fener
                                        penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
                                        umutsuz yaşanmıyor.




Bu Vatana Nasıl Kıydılar

İnsan olan vatanını satar mı? 
Suyun içip ekmeğini yediniz. 
Dünyada vatandan aziz şey var mı? 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız? 

Onu didik didik didiklediler, 
saçlarından tutup sürüklediler. 
götürüp kâfire : "Buyur..." dediler. 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız? 

Eli kolu zincirlere vurulmuş, 
vatan çırılçıplak yere serilmiş. 
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş. 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız? 

Günü gelir çarh düzüne çevrilir, 
günü gelir hesabınız görülür. 
Günü gelir sualiniz sorulur : 
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
 









Don Kişot


Ölümsüz gençliğin şövalyesi,
ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına
bir temmuz sabahı fethine çıktı
güzelin, doğrunun ve haklının:
Önünde mağrur, aptal devleriyle dünya,
altında mahzun ve kahraman Rosinant'ı.

Bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin halisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot'um benim, yolu yok,

yel değirmenleriyle dövüşülecek.

Haklısın, elbette senin Dulsinya'ndır dünyanın en güzel kadını,
elbette sen haykıracaksın bunu

bezirganların suratına,

ve alaşağı edecekler seni

bir temiz pataklayacaklar seni.

Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin

ağır, demir kabuğunun içinde

ve Dulsinya bir kat daha güzelleşecek.








Doğum


Anası bir oğlancık doğurdu bana;
kaşsız, sarı bir oğlan,
masmavi kundağında yatan
bir nur topu, üç kilo ağırlığında.

Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Korede,
sarı ay çiçeğine benziyorlardı.
Makartır kesti onları,
gittiler ana sütüne bile doymadan
Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Yunan zindanlarında,
babaları kurşuna dizilmiş.
Bu dünyada ilk görülecek şey diye
demir parmaklığı gördüler.

Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman
çocuklar doğdu Anadoluda,
mavi gözlü, kara gözlü, elâ gözlü bebeklerdi.
Bitlendiler doğar doğmaz
kim bilir kaçı sağ kalır mucize kabilinden.
Benim oğlan
benim yaşıma bastığı zaman,
ben bu dünyada olmıyacağım,
ama harikulâde bir beşik olacak dünya,
siyah,
beyaz,
sarı
bütün çocukları
sallıyan
mavi atlas döşekli bir beşik.








Karıma Mektup


Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor
        yüreğim sersem!"
                          diyorsun.
"Seni asarlarsa
          seni kaybedersem,"
                           diyorsun,
                             "yaşayamam!"

Yaşarsın, karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı,
en fazla bir yıl sürer
             yirminci asırlarda
                              ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
       razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki, sevgili,
zavallı bir çingenenin
    kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
                      geçirecekse eğer
                                      ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
                         boşuna bakacaklar
Nazım'a!

Ben,
alacakaranlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarım kalmış bir şarkının acısını
                       toprağa götüreceğim...
Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
                          istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
                               kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal!
Paran varsa eğer
        bana fanila bir don al,
              tuttu bacağımın siyatik ağrısı.
                   Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli 
                      bir mahpusun karısı.








Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri


O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
                       bahçesinde ebruli
                                 hanımeli
                                           açan bir ev.

Bir dev gibi seviyordu dev.
Ve elleri öyle büyük işler için
                          hazırlanmıştı ki devin,
yapamazdı yapısını,
                         çalamazdı kapısını
bahçesinde ebruli
                   hanımeli
                             açan evin.

O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Mini minnacıktı kadın.
Rahata acıktı kadın
            yoruldu devin büyük yolunda.
Ve elveda! deyip mavi gözlü deve,
girdi zengin bir cücenin kolunda
           bahçesinde ebruli
                     hanımeli
                               açan eve.

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruli
                         hanımeli
                                   açan ev..




Vera'ya



Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana

Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm